28 Aralık 2008 Pazar

YAĞMURUN HÜZNÜ

Dışarıda yağmur var
Her yağmurda olduğu gibi
İçimi bir hüzün sarar
Yapılanlar haksızlıklar geliyor aklıma
İçimde bir acı var, beni yakan
Söyleyemediklerim geliyor aklıma
Gözyaşım kirpiğimin ucunda nöbet tutar
Ya öfkem kin beslerse içimde
Ama yok; kalbim çıkarmaz onu, içinde saklar
İnsan sevgisi, iman gücüm
Umuyorum ki; ağır basar...

19 Kasım 2008 Çarşamba

100-300-500 bütün puanlar Mert'e....

Oğlum bugün gururlandırdı bizi. Annem ağlamaktan konuşamıyor.
Ara karne vereceklermiş diye toplantıya çağırdılar okuldan.
Ben, asıl karnede gitmek istediğim için, bugünküne anneannesi gitti.
Öğretmen, konuşmaya, okumayı söken 4 çocuğumuzun isimleri diyerek başlamış ve tüm velilerden alkış istemiş. Velileri tanımak istediğinde de; annem sadece parmak kaldırıp,
‘anneannesiyim ‘ diyebilmiş. Çünkü ağlamaktan konuşamamış.
Ben de gözlerim dolu anneme çok güldüm.
Fena mı işte, dedim, her gözyaşımız böyle sevinçten, gururdan olsa...
Gerçi ben de anneme çekmişim, düğüne-cenazeye ağlayacak adam lazımsa bizi çağırsınlar.
Hele anne olduktan sonra daha bir sulu gözlü oluyor insan.
Ben ilkokuldayken hatırlıyorum; Ablamla 23 Nisan’larda şiir okurduk, annem izlerken ağlardı.
Hoş şeyler tabi bunlar. Gururlanmanın sevinç gözyaşı...
Umarım, her gözyaşımızın sebebi sevinç olur bundan böyle, bizim ve herkesin....

13 Kasım 2008 Perşembe

Ve oğlum Mert, okumayı söktü

Evet bu mesele 2,5 ayda oluyormuş demek.
Yarın kırmızı kurdela takılacakmış. Çalışkanların yakasına kırmızı kurdela geleneği hala devam ediyormuş. Mert, sınıfta ilk dördün içinde. Bir anne için ne gurur verici bir olay!
Okullar açıldığından beri başarısından dolayı, 2 kareli, 3 çizgili defter ve 2 kalem kazandı.
Balon ve şekerlemeleri saymıyorum. Öğretmenin verdiği bu hediyeler, tabi ki hırsını pekiştiriyor.

İki yaşından beri ona aldığım resimli kitaplar, yatarken ona okuduğum masal kitapları, dahası benim
Mert’e gösterebildiğim, örnek olduğum kitap okuma alışkanlığım meyvelerini vermeye başladı sanırım.
Çünkü harfleri okuyabilme hevesiyle Mert de, yatarken kitap okumak istiyor artık.

Onun, o kelimeleri çözebilmek için çıkardığı tuhaf sesler, gırtlak ses çalışmaları beni bile kasıyor doğrusu.
Mert de ter içinde kalıyor tabi.
Ama hiç dikkatini bu noktaya çekmediğim gibi, teşvik edici sözler söylüyorum ona.
Yine geçen akşam o vakur haliyle yaptı ukalalığını: ‘Anne, bana artık daha kalın kitaplar almalısın’.
İki-üç heceli beş sayfalık Ela ile Ata serisi az geldi küçük beye. Tabi alırım dedim.
Nitekim o akşam daha kalın ilkokul hikaye kitaplarıyla geldim eve. Oğlum, yeter ki okusun, sevsin kitapları.

Kendimi hatırladım bir an. Okumayı öğrendiğim sene, gelen ilk bayram tatilinde trenle köyümüze gidiyorduk.
Ve ben kompartımanın camından ( o zamanlar oda oda idi trenler) yol kenarındaki dükkan tabelalarını okumaya çalışıyordum. Tren yavaş giden bir vasıta olduğu için, becerebiliyordum bu işi. Tabi arkamda bana ‘bravo’ sesleriyle alkış tutan anne ve babamın, ablalarımın eşliğinde.

Takdirin önemini o zamanlardan anlamış olmalıyım ki, oğluma kitap almakla kalmadım;
mutfağa geçip, bir tepsi Browni kurabiye yaptım.
Bugün sınıfına dağıtacağız.
Mert’in okumayı sökme başarısından dolayı, annesinin sevinci olarak.
Benim için hediye verme bahanem hep vardır zaten, çok severim.
Mert’e bu alışkanlığı da kazandırdığımı düşünüyorum. Hediye vermek, hatta özenerek paketlemek veya güzel bir sunumla vermek; oğlum da çok sever.

İlk gururlandığım okul başarısıydı bu oğlumun.
Umarım hep güzel hisler tattırır bana.
O, benim hayatımın odak noktası, biricik oğlum, hayatım Mert...

8 Ekim 2008 Çarşamba

GENÇLİK HATASI

Çok önceleriydi; birlikte olma çabası
Toydu düşünceler, akıl genç, yüzler güleç
Kanlar deli akıyor, herkes karşı cephede
Mevsim hep bahar, her şeyi güzel gösteriyor aynalar
Gençlik hatası denilince, düzeliyordu sanki olanlar
Bugünlerde her şey belirgin
Ya kış yaşanıyor, karla karışık
Ya da mevsim yaz, güneş yakıcı ve seçkin
Gün görmüş geçirmiş hisler
Gerçekleri seçebilen yorgun gözler
Yılları büyütmüş, nasırlı eller
Mağrur, saçlardaki aklar
Olgunluk yaşta değil, yaşananlarda gizli
Gençlik hatası denilse de şimdi
Düzeltmek zaman alıyor
Acısı derin, kalpte kalıyor.

4 Ekim 2008 Cumartesi

KOCA YÜREK

Bir yürekti ki benim ki, kocaman
Kabına sığmaz, taşar taşar...
Neyi alsan içeri, yer açılır tahttan
Sevgi saydamdır; içime, akar akar...
Yeni gelenlere daha bir iltimas,
Kabüllenir, coşar coşar...
Bir adım atana
Kollarını açar da, koşar koşar...

23 Eylül 2008 Salı

SARILMAYA KORKTUM

On yedi ay olmuştu arkadaşlarımdan ani ayrılışım.
Aklıma geldikçe üzülüyorum, vedalaşmaya bile fırsatım olmadı diye.
Kimbilir belki de böyle ayrılık daha az dokunur olmuştur onlara.
Ama ya bana ?
Yüzyüze gelebildik aylar sonra .
Özlemim kastı beni; sarılmaya korktum.
Her zamankinden daha hızlı konuştum,
Anlatacak o kadar çok şey vardı ki;
Zamandan taştım, konuşmaya doyamadım.
Çocuklarımız büyüdü, adlarını unutmadan ama yüzlerini görmeden.
Anılarını anlattık zamana sığmadı.
Konudan konuya geçtik geceye yerleşemedik,
Mekan değiştirdik ama süreyi uzatamadık.
Sarılmaya korktum, şimdi akan gözyaşlarım içimde okyanusa döndü.
Bir daha sarılmak istesem, yanımda olmayacaklardı çünkü.
Ne kadar özlediğimi gece anladım.
Kendimi dışa dönük sanırdım
Hasret, kendini içimde büyüttü. Dudaklarım büzüldü.
Dostlarımdan ayrıldım.
Neden olanlara bir kez daha isyan ettim, dişlerimi sıkarak.
Elime geçse parçalayacaktım, içim kin tutarak.
Öyle özlemişim ki; muhabbetlerini dinledim, içim burkularak.
Can dostlarımı gördüm on yedi ay sonra
Sarılmaya korktum; tekrar ayrılmaktan ürktüm.

ÇELİŞKİ

Sevmediğim şehirde bıraktım
Sevdiğim arkadaşlarımı
Nasıl bir çelişkidir bu
Hepsi bir arada neden olmuyor?
Ya özlem çekeceksin vuslatı bekleyerek
Ya sılada bir ömür geçecek
Hayatın bir yerlerinde bir şeyler eksik
Ömrüne heyecan katsın diye mi, bu çelişkilik?

18 Eylül 2008 Perşembe

İSTANBUL’u YAŞAMAK, ANADOLU YAKASINDA...

Anadoluhisarı’nda uyandım bir sabah
Gözümü açtım, sanki Küçüksu Kasrı’nda
Kanlıca sırtlarından geldi bir orman kokusu
Hıdiv Kasrı ile ayrılır hududu
Küçüksu plajında güneşe verdim yüzümü
Yirmi yıl önce hatırlıyorum yüzdüğümü
Fidanlığın yanındaki bu dere yoktu
Vardıysa bile o zamanlar içi boştu
Etrafta, insanlarda bir tenhalık
Lisemin yanında bir biriketçi, bir de fidanlık
Kandilli’de bir Rasathane
Tepedeki lisede tarihi bir yatakhane
Rıhtımda bir iki balık lokantası
Kuleli’nin önünde balıkçıların oltası
Çengelköy’de incirle, sebze satışları
Ama hiç görmedim nerdedir tarlaları
En kibar beyler Beylerbeyi ‘inde
Hanımefendileri de aynen öyle
Hiç eksilmedi nezaketlerinden bir parça
Edaları Beylerbeyi Sarayı’ndan çıkmışçasına
Farklı dinleri barındırdı Kuzguncuk yıllarca
Kilise ile camii hep kardeşti yan yana
Solda semtleri ve özellikleri
Sağda yol boyu gittim denizi
Oksijenim daha bitmemişti Paşalimanı ‘nda
Tazeledi Fethi Paşa Korusu çamlarıyla
Katibi görme umuduyla vardım Üsküdar ‘a
Boğazda bir tur ile doyamadım İstanbul ’a...

13 Eylül 2008 Cumartesi

(Pollyanna şiirimden sonra, hatırlatmak gerek Pollyanna kimdi?)

POLLYANNA :

Eleanor Hodgman Porter’ın 1913 tarihli romanı Pollyanna, çocuk edebiyatının en kült eserlerinden biridir. Çocuk edebiyatı deyip de küçümsemeyelim, bu tip klasiklerin bir kısmı yetişkinlik döneminde de rahat rahat okunur, hatta değerleri daha iyi anlaşılır. Pollyanna da biraz öyle işte.
Eleanor H. Porter, 1907 yılında Miss Billy isimli bir kızın başından geçenleri anlattığı üç kitap yazmış ve bunların kazandığı başarıdan sonra Pollyanna fikrini geliştirmiştir.


Roman, Pollyanna Whittier isimli küçük bir kızın etrafında döner. Annesini çoktan kaybetmiş olan kıza, hayattayken babası tarafından öğretilen bir oyun vardır: Mutluluk oyunu. Her türlü talihsizlik, kötülük ve sıkıntıdan mutlaka iyi bir sonuç çıkarabilmek üzerine kurulu bir oyundur bu. Babası sanki başına gelecekleri bilmiş gibi kızını kendince hayatın zorluklarına bu şekilde hazırlamıştır. Babasının ölümü üzerine son derece zengin bir kadın olan teyzesi Polly’nin yanına yerleştirilir Pollyanna. Annesi, iki kız kardeşi olan Polly ve Anna’nın isimlerini birleştirerek koymuştur onun adını bu arada.
Polly teyzesi, renksiz ve durgun küçük bir kent olan Beldingsville’de yaşamanın getirdiği bir huysuzluk ve mutsuzluk içindeyken, Pollyanna’nın gelişi sadece onun değil çevresindeki herkesin hayatına heyecan ve neşe katar. Yaşama sıkı sıkı bağlı olan bu küçük kız, insanları kış uykularından uyandırır, onları zorla mutlu eder. Zamanla kent sakinleri buna alışır ve Pollyanna’nın neşesi onlara da bulaşır. Ona “tatlı limon” der herkes.
Kurdeleli saçları, gülen yüzü, pileli etekleriyle her fırsatta insanların karşısında bitiveren Pollyanna, hasta, sakat, sevdiklerini kaybetmiş olanlara kendi yaşama sevgisinden bir parça aktarır. Onları konuşmaya ikna ettiğinde, hayatın olumlu taraflarını görmelerini de baştan garantiler. Böyle bir becerisi vardır kızın.
Kendisi için de aynı şekilde davranmayı becerir, yani ikiyüzlü değildir. Doğum günü hediyesi olarak oyuncak bebek beklerken koltuk değnekleri aldığı zaman iyi ki onlara ihtiyacı olmadığı için sevinir. Kaza geçirip sakat kaldığında ise arayıp tarayıp memnun kalacak küçük detaylara ulaşmasını bilir.
Kitabın başarısı, “Pollyanna” kelimesinin psikoloji biliminde aydınlatıcı düzeyde iyimser olanları tanımlamak için kullanılmasına ön ayak olmuştur. Gerçi zaman zaman kitabın amacına aslında ters düşerek gereğinden fazla saf, aptallık edecek düzeyde olumlu düşünme meraklısı insanlar için de kullanılır olmuştur bu terim. Oysa gerçekte, ifade edilmek istenen, bağışlayıcılığın gücü ve elindekiyle mutlu olabilme yetisine sahip olabilmektir.
Pollyanna duygusal bir karakterdir, orası kesin. Yine de insanlara ya da kendisine olayların iyi taraflarını göstermeye çalışırken mantığını ön plana geçirir. Küçüktür, kırılgandır ama aynı zamanda çok güçlüdür. Çünkü böylesine kötülüklerin yaşandığı bir dünyada üzücü olaylardan olumlu yanlar çıkarabilmek başlı başına bir güç ister. İşte insanların onun oyununa katılabilmelerinin nedeni de ondaki bu gücü hissetmeleri ve bir süre sonra ona kendilerini bırakabileceklerini anlamalarıdır. Pollyanna’nın çok iyi bir psikolog olma potansiyeli olduğuna kimse itiraz etmez herhalde.
Pollyanna’nın genç kız olduğu dönemi de takip etmemizi sağlayan devam kitabında, Beldingsville’den Boston’a giden kahramanımız orada pek çok arkadaş edinir. İlk kitapta geçirdiği araba kazasının izlerinden tamamen kurtulan Pollyanna, rahatsızlığı sırasında ona bakan hemşiresi Della Wetherby ile de Boston’da bir araya gelir. O ve kız kardeşinin kederli yaşamlarını biraz olsun aydınlatma işi de tabii ki Pollyanna’ya düşer.

POLLYANNA OLMAK

Çimen yeşili derlerdi gözlerime
Bense bakınca artık aynalara
Diplerindeki tomurcuk olmuş tasalarla
Topaklaşmış yosunları görüyorum gözlerimde
Bardağın dolu yerini gördüm yıllarca
Boş tarafı görenlerle denkleşeyim diye
Dengeliyordum sanki dünyayı
Kin tutanlara karşı takınıyordum Pollyanna’yı.
Savundum hakkında kötü konuşulanları
Haberleri yoktu, gözümde masumlardı
Gıyabında söylemek olmaz
Söyleyenin fesatlığını bilince
Birinin günahını almak, Vicdana sığmaz
İçlerinde tanımadıklarım bile vardı
Yoruldum savunmaktan bu insanları
Ben mi çok saf kalmıştım
Ya da herkes biraz Pollyanna olsa olmaz mıydı?

31 Ağustos 2008 Pazar

KAPLUMBAĞA

Benim !
Herşeyimle
İyi ve kötüsüyle
Değiştirmek niye
Memnun olmayan varsa
Bir adım dursun geride
Sensiz de olurum
Kalbimden de silerim
Sana bir şey olsa üzülmek mi?
Yeter artık senin beni üzdüğün
Yıllarca dudaklarda sus, ağız bastırıldı
Ama artık maymun gözünü açtı
Tabi ki sudan çıkmış balık değilim
Karada ve suda yüzen kaplumbağa benim
Sindirilmek istenen kişiliğim
Savaşı kazandı, gücüm ve hayata bağlılığım...

29 Ağustos 2008 Cuma

NEFRETİN UTANCI

Üzülüyorum kendime
Gençlik şiirlerim artık değişti diye
Aşk şiirleri yerini
Nefret duygularına terketti
Sevdalının parfümünden bahsedilse
Yüzümü buruşturuyorum
Özlemek deseler eski sevdalıya
Konuyu değiştiriyorum
Sevgi yerini nefrete bırakmış ona karşı
Kendimden utanıyorum.

24 Ağustos 2008 Pazar

ŞEHRİN GÜNAHI NE ?

Güneşli bir günde bile
Karanlık hatırlamak bir şehri
Mutsuzluğu anımsatıyor
Hatıraların her biri
Silmek mümkün değil yaşananları
Düşünmek bile yaratıyor kalpte ince bir sızı
Hakaretlerin bini bir para
Yürekte olmuş koca bir yara
Yaksam bu şehri acım dinmez
Görmez gözüm ama anılar aklımdan gitmez
Çeksen de elini eteğini
Yakmışsın bir kere sütten dilini
Güneşli bir günde bile
Karanlık hatırlamak bir şehri....

21 Ağustos 2008 Perşembe

ACTION MAN’ in SEVABI

Hani şu fiyatı yirmi liradan, kırk-elli liraya kadar çıkan pahalı oyuncak Action Man.
Şahsen, ben almıyorum oğluma bu oyuncak adamdan, alamıyorum. Etrafımda da birçok aile biliyorum bu oyuncaklardan alamayan. Hatta özel günler harici başka oyuncak da alamayan aileler bunlar.
Fakat dün gece bu çocuklar için bir sürpriz oldu. Ablamın çok yakın arkadaşı Semra, (onun oğlu şanslı çocuklardan), oğlunun odasını toplamış ve artık oynamadığı Action Man, puzzle, araba vs. çeşit çeşit oyuncakları toplayıp, bir koli hazırlamış. Hepsi de sağlam olan bu oyuncakları verebileceğimiz çocuk var mı, diye sorarak bize gönderdi. Bir çocuk değil, çocuklar var, dedik.
Duyduğumuz andan itibaren ablam ve ben çok heyecanlandık. Hemen kimlere verebiliriz diye düşünmeye başladık. Hayatları boyunca belki de hiç Action Man göremiyecek olan çocukları seçtik.
Akşam işten gelince oturdum kolinin başına. Yanımda boş poşetler, üzerlerine isimlerini yazdım.
Sonra kime, ne uygunsa koydum içlerine:

Enes , 10 yaşında. Action Man ve 2 adet puzzle yerleşti onun poşetine. Küçük parçalı puzzle seçtim ona,yaşı gereği yapabilir diye. (Öğretmeni ödev verdiğinden, hep hikaye kitaplarını okuyor, puzzle gibi ince, sabır işini de sever herhalde. Ben de ara sıra hediye olarak kitap alıyordum ona. Akıllı, ağırbaşlılığı yanında, sırf kitap okuma alışkanlığı bile onu sevmeme sebeptir.)

Ömer, 5 yaşında. Action Man yanında ona da puzzle verdim. Anasınıfı çağında puzzle , dikkati toplamak için önemli bir oyuncak. Yapması lazım. Kendinden büyük 2 ablası daha olduğundan, Kızma Birader’i de onların torbaya attım. Annesine telefon açtık, gelip aldı. Ömer’i bilmem ama annesinin gözleri parladı sevinçten.

Büşra, 5yaşında, Sıla da 4. İkiz gibiler bu kız kardeşler. Kızlara göre biraz araştırdık; koliden bir oyuncak Ev çıktı. Bir de mikadan küçük küçük parçalar; koltuk, masaya benzer şeyler. Evcilik oynarken ideal. Yanlarına puzzle da ekledim tabi (dikkat yaşı önemli). Annesi teşekkür ederken, onlar oyuncak evi
çıkarmışlardı bile poşetten.

Yasin, 9 yaşında. Action Man ile beraber araba yarış pistini o kaptı. Poşeti götürdüğümde kendisi evde yoktu; bisiklete binmeye gitmiş, tiyatronun önüne. Fakat annesi ile babası ondan daha sevinçli ve heyecanlı. Araba yarış pistini kurup, çağırdılar beni, görmem için. Yasin geldiğinde, hazır görsün, ona sürpriz olsun, dediler. Ailenin heyecanı daha çok duygulandırdı beni.

Eren, 4 yaşında, abisi Ahmet 6. Action Man ikisine de ayrıldı. Puzzle ve arabalardan birkaç tane de.
Çok yakın arkadaşımın evlatlığı diyebilirim Eren için. Çocuk sevgisini onunla yaşıyor. Bayramlarda giydirir, kışın paltolarını alır (Action Man gibi lüx oyuncağa sıra gelmiyor tabi). Onlara ayırdığım oyuncakların müjdesini de arkadaşıma verdim telefonda. Sesindeki –onlar adına duyduğu- minnettarlık,mutluluk hissediliyordu.

Bu yazdıklarım, sadece benim uzanabildiğim çocuklar, birkaç tane de ablamın verdikleri var. Tek bir evden çıkan oyuncaklarla o kadar çok çocuk sebeplendi, o kadar da çok aile sevindi ki...
Bugünkü iyilik öyle huzur verdi ki bana anlatamam. Sadece sebep olup, aracılık yaptığım halde.
Çocukların gözlerindeki mutluluğu görmek bana nasip oldu.

Ama Semra ve oğlunun kazancı, maddiyatla ölçülemez herhalde. Üç ayların içindeyiz ve onların Allah katında yüceldiklerine inanıyorum. İşledikleri sevap, mutlu gözlerdeki, çocuk gülücüklerine dönüştü bu gece.

Teşekkürler Semra ve onun iyi kalpli, biricik oğlu Yiğit.

Umuyor ve diliyorum ki, bu gece ki sevinç, size daha büyük iyilikler, sevinçler getirsin.

Çocuk gülücükleriyle dolu bir dünyada,
Sevgi ile kalın.

15 Ağustos 2008 Cuma

TANRI'NIN KAHVESİ

(Kuzenimin mail yolu ile gönderdiği bu hoş yazıyı sizlerle de paylaşmak istiyorum:)

Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski
üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için bir araya gelirler.
Sohbet, sonunda işin ve hayatın stresinden şikâyetleşmeye döner.
Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör mutfağa gider ve
yanında büyük bir termos içinde kahve ve porselen, plastik, cam,
kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden, pahalı ve hatta
çok özel olanlarına kadar değişik kahve bardakları ile gelir. Herkes
bir bardak secince, profesör şöyle söyler:
'Fark ettiyseniz, tüm pahalı görünen bardaklar alındı ve geriye ucuz
görünümlü, sade bardaklar kaldı. Kendiniz için en iyi olanı istemeniz
normal olsa da, bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı
aslında. Emin olun ki, bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiç bir
şey katmaz. Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda
da içtiğimizi saklar. Hepinizin aslında istediği kahveydi, bardak
değil, ama bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz ve sonra
birbirinizin bardağına bakmaya başladınız. Sunu bir düşünün: Hayat
kahvedir. Is, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar. Onlar hayati
tutmak için sadece araçlardır ve seçtiğimiz bardak yasadığımız hayatin
kalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de. Bazen sadece bardağa
odaklanarak Tanrının sunduğu kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz.

Kahvenizin tadına varın!

En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler. Sadece her
şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar.
Basit yaşayın.
Cömertçe sevin.
Birbirinize derinden itina gösterin.
Nazik olun, gerisini Tanrıya bırakın.

15 Temmuz 2008 Salı

Biricik Oğlum'a...

Bilmez hiçbir çocuk kendi büyüsünü
O’nu sevmenin büyüklüğünü.
Benim yerimde değildi ki;
Canımdaki göbek bağı nasıl bir şeydi.
İçimdeydi, her yarım O’nun
Paylaştığım yaşam suyum
Parmakları önce içimde yarımdı
Doğunca elimi tuttu sımsıkı
Sandım ki; hiç bırakmayacak
Benim O’nu sardığım gibi kopmayacak
Geceleri örterken üstünü
Bilir mi ki dedim, O’na feda ettiğim ömrümü
Bilmez hiçbir çocuk kendi büyüsünü
O’nu sevmenin büyüklüğünü....

14 Temmuz 2008 Pazartesi

YASAK KELİME (KEŞKE)

Tüm çabam duymamak için pişmanlık
Duygular belki ömürlüktü, belki de anlık
Değiştirilemez gerçekler
Hepsi içime işlemişler
İyi ya da kötü
Adı şimdi oldu üzüntü
Yazılan alnıma kaderimdi
Yaşananlar her haliyle benimdi.
Tekrarlıyorum kendi kendime
‘Yaşandı ve bitti, bakma geriye’
Söylemek istemediğim tek kelime
Keşke keşke keşke.......

NAFTALİN

Öyle koptum ki senden;
En üst rafa kaldırsam, çıkarsam kalbimden.
Naftalinlesem, bulamasam derinlerden
Mevsimlik olmasın, çıkmasın kışlıkların içinden.
Sana raf ayırmaya bile değmez
Atıyorum içimden, artık yüreğim gam yemez...

1 Temmuz 2008 Salı

ALBÜMLERDE ÖLMEK

17 yıl önce görüşmüştük en son, bu yıldan önce
Lise yıllarındaydık, daha kopmamış, cahiliz, safız, tecrübesiz
hayat karşısında. Kavak yelleri başımızda.
Yıllar sonra geldik biraraya, herbirimiz gün görmüş birer kadın olarak.
Güldük, eğlendik, sanki bıraktığımız yerdeydik
17 yılın satır aralarında kilo alınıp verilmiş,
saçlar farklı renklere boyanmış, boyları hep değişmiş.
Bir iki çizgi belki göz kenarlarında,
bir iki beyaz tel saçlarda gizlenmiş.
Ama muhabbet kaldığı yerden devam ederek....
Eski albümleri açtık, çocuk hallerimize güldük
İsmini hatırlayamadığımız arkadaşları bilenlere alkış tuttuk.
Kıyafetleri beğenmedik resimlerde,
'güzelmişiz' dedik geçen senelerde.
Anlatılacak ne çok şey vardı,
Biraz daha otursak gün ağıracaktı...
Herkesi uğurlayınca, tekrar görüşmek üzere,
ertesi gün yalnız kaldım evin içinde.
Tekrar bakayım dedim albümlere uzun uzun
içimde sanki bir hüzün.
Gözlerim doldu, yüzümde tebessüm
Gözyaşı bilemedi ağlasın mı, yoksa gülsün
Güzel günler anılıyor;ağlayarak, geçtiğine yanar hüzün
'Ama mutlu olmuştum' der, sevinç gözyaşı ile gözün.
Cennetten el sallayanlar albümün içinde,
Belki de bu gözyaşı onların özlemine.
Hayatın her kademe geçişi, albüm sayfalarında
Bu üzüntüm; geri gelmeyecek olan yıllara
O kadar çok resim, anı vardı ki;
Sanki şu an hayatım bitmişti.
Ölmüşüm de, kendimi anıyor gibiydim
Kendimi albüm içinde bir an bitirdim.
'Bu da bir şans' dedim, kendi kendime
Farkettin güzel hayatı, uyan yeni güne.
Toprağı bol olsun gençlik yıllarımın
Gözünüz aydın, iyi ki doğdunuz, yeni resimler, yeni anılarım...

22 Haziran 2008 Pazar

BİTEN SEVGİ

Sevgi anlatırken bile güzeldir
Bazı anlar var ki; çok özeldir
Kırıntı kaldıysa içinde
Heyecanı hala seni titretir

Duymuyorsan artık sevgiyi tadında
Aşk da denmez, onun adına
Gerçekle başbaşa kalırsın
Kader de var, dersin doğada

Yaşanacaksa önüne geçilmez
Ama sevgiden asla vazgeçilmez
Kadın yüreği bu
Bileceksin ki; ezilmez

Üzersen ne gülüşü kalır, ne gizemi
Gücü kalbinde gizli
Her sabrın bir sonu var
Sineye çekeceksin, terk edilmeyi...

11 Haziran 2008 Çarşamba

KEPime çiçek ektim.

Bugün yeğenim Burcu'nun kep atma töreni vardı, üniversitesinde.

Başarmanın ilk gururu, iş dünyasında gerekli olan etiketin hakedilmesi, giydiğin cüppenin sana verdiği özgüven duygusu, kepi fırlatmanın duygusal eğlencesi...

Düşüncesi bile duygulandırırdı beni. Bitirme derecesi hiç önemli değil; o kepi takmayı haketmiş olmak yeterli, Diploma alabileceğini bilmek yeterli. Etiket diyorum diplomaya; çünkü bu gerekli maalesef ilerlemek, yükselmek için..
Fakat öğrendim ki, derecesi de çok iyiymiş yeğenimin ve arkadaşlarının. Üzüm üzüme baka baka mı oluyor bu başarı, yoksa başarılı üzümlerle mi olmak istiyorsun bilmiyorum ama hem kendisinin hem de arkadaşlarının başarmış olduğunu görmek bizi çok daha mutlu etti.

Yeğenimi, bu hayatının çok özel adımında gösterdiği performansdan dolayı tebrik ediyorum.

Ona ve arkadaşlarına dileğim;
genç beyinlerini, severek seçtikleri iş alanlarında aktif olarak kullanabilmek, kendilerini geliştirebilecek yerlerde doyuma ulaşarak ve haz duyarak ilerlemeleridir.

Bizi onurlandıran tüm gençlere
Sevgi ile...

18 Mayıs 2008 Pazar

HUZURUN YOSUN KOKUSU

İki gündür eğitimdeyim; sunum yaparken dikkat etmen gerekenler, beden dili…
Çok sevdiğim, kendimi hep geliştirmek istediğim bir alan, kişisel gelişimini direkte tutmak,
Entellektüel bir bakışın hep içinde olmak, pozitif düşünceli insanların samimiyetini hissetmek, hayatı sevmek; kaderin sana oynamış olduğu oyunları içinde…

Kapalı iş yerimde öyle bunaldım ki geçen akşam; açık havaya attım kendimi. Ne istediğimi biliyordum; hemen koştum deniz kenarına…
Gözlerimi daldırdım suya. Üzerinde taş sektirir gibi, yüzeyinde gezdirdim.
Uzaklaşan vapura baktım, el sallayan var mı diye. Belki de karşılık verecektim boşa gitmesin selamı diye. Ya da ‘Merhaba’ el sallayan insanın sevecenliğine…

Derin ve uzun nefes aldım, yosun kokusunu duyana kadar.
Huzuru bu kokuda hissedene kadar…

Küçük bir genç grup geldi yan masama. ‘Bu yosun kokusunda mı oturucaz’ dedi biri yüzünü buruşturarak. Ya, tercihleri farklıydı benden ya da benim gibi hiç uzak kalmamıştı denizden…

Yıllarca süs havuzlarının bir karış suyunda aradım ben huzuru. Ama bu koku yoktu onların içinde; yosun kokusu.
Derdini anlatsan, gidecek yer bulamaz havuz suyu, içinde şişersin.
Denize anlatsan, akar gider okyanusa. Yosunlar toplar, sen anlattıkça.
Onlar şişer, şiştikçe kokusu gelir sana.

Yosun kokusunu duydukça için boşalır sanki, toplayan var diye bilirsin, açılırsın.
Yosun kokusunda huzuru hissedersin, hayatı seversin, yeni güne mutlu geçersin.

Ay çıktığında varsa gözyaşı kirpiğinin ucunda, sabah güneşinin günahı ne; bu hüznü görmekte.

Merhaba, parlayan güneş,
Merhaba, baharın gelişini bildiren en sevdiğim çiçek papatya,
Merhaba, şarkınla eşlik eden minik serçe,
Merhaba, güneşte nereni ısıtacağını bilmeden yuvarlanan kedicik,
Merhaba hayata ve herkese….

YENİ ERKEK KUAFÖRÜ

Zaman değişti, meslekler gelişti. Arz olunca talep mi oldu, yoksa talepten mi doğdu bu arz?
Önce moda oldu metroseksuellik, sonra trendi yakalamak için bu yola koştu gençlik...

Oğlumun berberine gidince oluştu bu yazım. Berber dedimse, eskidendi o eli usturalı, beyaz gömlekli berberler. Şimdi erkek kuaförü oldu, saç tasarımı oldu ismi.
Altı yaşındaki oğlumun çocuk saçıyla bile bir saat uğraştılar. Özen, süs, uğraşı mesleğin gereği.
Arz edilenden memnun kalınca herkes, sektör ilerledi. Erkek kuaförü dükkanları çoğaldı.
Ancak beylerin bu sunuma cevap vermeleri şaşırttı beni en çok.
Gözlemledim ki; beyler biz hanımların sandığı kadar sıradan değilmiş, sabırsız değilmişler.
Süse vakit harcamak onlar için de önemliymiş meğer.
Bir senedir aynı kuaföre gidiyoruz. Biz de önemsiyoruz tabi modelli kesimi; çocuk da olsa.
Moda , trend biz anneleri de etkiliyor, çocukları adına.
Yalan değil; mahalle berberini pek beğenmedik kesimde. Eski stil, çocuk traşı oldu ama makas izi vardı sanki. Saç tasarımı ismi kadar stilleri de farkı gösteriyordu.
Dükkana girip, modeli tarif edince görevliye, oturduğum yerden oğlumu izlemek için koltuklara geçtim ki; oturamadan irkildim yerimde. Sapsarı yüzüyle bekleyeni görünce...
Flmlerdeki hep irkilme sahnesi yaşattıkları, maskeli kadınları gören erkekler gibi olmuştum.
Ama benim karşımdaki, yüzünde cilt maskesi ile duran bir beydi. Olayı kavrayıp, çaktırmadan yerime oturup, gözlemlemeye başladım etrafımı.
Bir kenarda, elmacık kemikleri üzerine sir ağda yaptırmış birini gördüm . Ve o anda oğlum görüp de, ne olduğunu bana sorarsa diye, cevabımı düşünmeye başlamıştım bile.
Bir tıslama sesiyle çevirdim kafamı. Yüzüne buhar makinasını püskürttüren bey, dışarıdaki güneşe, terleten havaya rağmen çok sabırlıydı. Belki de kendisi bile bilmiyordu, bu kadar sabredebileceğini. Ama istemek başarmanın yarısıydı?

Zaman değişti, trendi yakalamak, sevdiğine güzel görünmek veya kendini iyi hissetmek istiyorsan; başarma yolunda sabrı da kullanırsın, vaktini de, paranı da...

Bakımlı günler dileği ile...

7 Mayıs 2008 Çarşamba

ANNE VE BABALAR İÇİN ÇOK YARARLI BİLGİ

(Bugün bir mail geçti elime ve onu sizinle paylaşmak istiyorum):

Ben hep, 'çocuğum olursa, onunla arkadaş gibi olacağım' derdim eskiden. 'Ne kuralı, ne sınırı? Ben onu sadece doğuracağım. Ama o benim olmayacak. Kendi safsatalarımla onu bunaltmayacağım' derdim. Doğru buymuş gibi geliyordu o zamanlar.
Evet, o hala 'benim' değil diye düşünüyorum. Ama hayır, kural, sınır gerekliymiş. Uzmanlar altını çize çize, çocuğun evde arkadaşa değil, bir anneye ve babaya ihtiyacı olduğunu söylüyor. Deniyor ki, arkadaşlıkta yaptırım yoktur. Eşitlik söz konusudur ve saçma da, komik de, tehlikeli de olsa öneriler getirilebilir ve uygulanabilir. Sınır yoktur. Oysa çocuğun, onu seven, her koşulda destek olacaklarını bildiği, tutarlı kurallar ve sınırlar koyan birer anne babaya ihtiyacı var.
Siz her konuda eşit olabilir misiniz çocuğunuzla? Ya sınırsız ve kuralsız? Kendi adıma cevaplarım 'hayır'.
Bir mail geldi arkadaşımdan. Kevin Hickey isimli bir İngiliz çocukla ilgili. Anne babasının kendisine hatalı yaklaşımı nedeni ile hastanede ruhsal tedavi görmek zorunda kalan bir çocuğun hikayesi. Tedavi sırasında Kevin, hastanede şunları kaleme almış, anne ve babasına hitaben. Daha sonra yazdıkları, İngiltere'de pedagogların çocuk yetiştirirken anne babalara tavsiye ettiği 13 altın kural olmuş.

Noktasına bile dokunmadan bu 13 altın kuralı aktarıyorum sizlere:

1- Beni şımartmayın. Her istediğim şeyi elde edemeyeceğimi biliyorum. Sadece sizi deniyorum.

2- Bana tatlı-sert davranmaktan çekinmeyin. Bunu tercih ederim, benim daha güvenli hissetmemi sağlar.

3- Benim kötü huylar edinmemi engelleyin. Bunların erkenden ortaya çıkarılmasında ve önlenmesinde size güveniyorum.

4- Benim yanlışlarımı başkalarının önünde söylemeyin. Benimle yalnız konuşursanız, söylediklerinizi daha iyi anlarım.

5- Sizden nefret ettiğimi söylediğimde üzülmeyin. Aslında sizden değil, beni engelleme gücünüzden nefret ediyorum.

6- Herhangi bir şeyin sonucunda beni kurtarmayın. Çünkü ancak acı veren bu yolla öğrenirim.

7- Benim küçük hastalıklarımı büyütmeyin. Bunları yenecek güçteyim.

8- Düşüncesizce yerine getiremeyeceğiniz şeyleri yapacağınıza söz vermeyin. Bu sözler yerine getirilmediğinde çok kırıldığımı unutmayın.

9- Kendimi istediğim kadar iyi anlatamadığımı unutmayın. Bunun için ara sıra yanlışlarım olur.

10- Dürüstlüğümü fazla zorlamayın. Kolayca korkup yalan söyleyebilirim.

11- Tutarsız olmayın. Benim kafamı iyice karıştırır ve size olan güvenimi sarsar.

12- Benden özür dilemeyecek kadar gururlu olmayın. Bazen içten bir özür beni size çok yakınlaştırabilir.

13- Unutmayın ki büyümek için sizin çok ve anlayışlı sevginize muhtacım, ama bunu size söylemem gerekmez değil mi?

Ben, özellikle 1., 5. ve 10. maddelere bayıldım. Çocuklarımızın yanlışları da doğruları da, iyileri de kötüleri de bizlerden onlara yadigar. Umarım 13 altın kural, hepimizin işine yarar.

Sevgiyle kalın…

6 Mayıs 2008 Salı

HIDIR ELLEZ

Her yıl Mayıs ayının altıncı günü Pikniklere gidip Ateşler yakar üzerinden atlar ve çılgınca eğleniriz. Hıdır Ellez günü olduğunu biliriz fakat Hıdır Ellez efsanesini ne olduğunu bilmeyiz. Bizler de ziyaretçilerimizin Hıdır Ellez efsanesi hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlamak amacıyla bu efsaneyi ziyaretçilerimizin bilgisine sunuyoruz. İşte Hıdır Ellez efsanesi;

Rivayete göre, Hızır Aleyhüsselam, İlyas Aleyhüsselam ve iskender-i Zülkarneyn, birlikte (Ab-u Hayat) aramaya çıkmışlar. Ve bir müddet sonra “Karanlıklar ülkesine dalmışlar”. Hızır ve İlyas Ab-u hayat suyunun kaynağını bulup içmişler. Fakat iskender’e söylememişler. ( Hızır’ın suyu benem / Ab-ı Hayat Bendedir / Kevserden İçen gelsin./ Kadru berat bendedir). Hızır ve İlyas’ın sağ olduğuna ve yaşadığına inanılmaktadır. Hızır karada, İlyas da denizde, yardıma muhtaç olanlara, car diyenlerin (imdat isteyenlerin) carına yetişirler.

Nuh peygamberin gemisinin fırtınaya tutulduğu, yeryüzünü suların kapladığı, tufanda, gemide ki insanların fer yad edip “ya Hızır bizi kurtar” diye dua ettikleri söylenir. Güvercin, (Aslında karga ) ağzında zeytin dalı ile gemiye döndüğünde karanın yaklaştığı, suların da çekilmesiyle insanların karaya çıktıklarına inanılır.
Bu anın anısına her yıl 3 gün Hızır Orucu tutulur.
Yine rivayete göre Hızır ile İlyas yılda bir defa (6 Mayıs gününün gecesi), bir gül ağacının dibinde buluşurlar. O nedenle de her yıl 6 Mayıs Hıdır Ellez (hızır-İlyas) günü olarak kutlanır

Bu İnanç Musevilik ile İslam geleneklerinin ortak yönlerinden birisidir.
Anadolu da ’ da halk geleneklerinde yaşamış olan Hıdır Ellez ‘in
İnsanların arasına karışarak mucizevi yardımlarda bulunduğuna her zaman inanılır. “ Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” veya “Hızır gibi yetişti” gibi söylemler hala kullanılmaktadır.
Kur-an-ı Kerimin “Keyf Süresi’nin” 65-82. ayetlerinde de Musa Peygamber ile birlikte yolculuk eden ; ve onun şuurlu bir insanın nasıl sıradan insanlar gibi yaşamadığını gösteren bilge de Hızır’dır.

5 Mayıs 2008 Pazartesi

ÖZLENEN SAFLIK...

Şimdi anlıyorum; ‘gençlik yıllarıma dönebilsem’ diyen büyüklerimi. Demek ki, ben de büyük oldum artık.
Çocukluk değil istediğim, doya doya geçti çünkü çocukluğum:
Bahçeli bir evde, komşuluk nedir bildiğimiz bir mütevazı mahallede,
kapımızı açık bırakabildiğimiz güvenilir bir semtte,
yürüyerek deniz kenarına vardığım; boğazın en güzel ilçesinde,
temiz havasını çekip, dalından erik, kiraz yediğim şehrin en yeşil yerinde...
Güzel anılarla anlatıyorum o günleri.

Ben daha genç zamanlarımı özlüyorum. Kanımızın deli aktığı ama dostlukları uslu seçtiğimiz lise çağları.
Ne kadar kolaydı sanki arkadaş bulmak, dost olmak, gözümden yaş gelene dek gülmek.
Hayatı pembe görmek, içimdeki saflıkla her şeye pozitif bakmak, eğlenebilmek doyasıya.

Büyüdükçe fesatlığı öğreniyor insan. Negatif düşünen, her iyiliğin altında kötüyü arayan kişilikleri tanıdıkça,
‘ben çok mu safım acaba’ diye sormadan kendini alamıyor. Ya da iyiliğin karşısında aynı samimiyeti göremeyince; kıskançlığı tanıyor belki. Dostundan kazık yemiş, her sevginin karşısında düşmanlık görmüş hikayeler duydukça insanlardan, saf dünyadan uzaklaşıyorsun. Temkinli davranmayı öğreniyorsun yeni yaşayacakların karşısında. Dostluklar dikkatli davranarak oluşuyor. Hep tetikte denemelerle dost ediniyorsun,
o da senin kadar vericiyse tabi.

Ben saflık zamanlarımı özlüyorum. Daha çok gülüyordu yüzüm. Neden değiştirdi beni hayat? Neden tanıdım ki;
her türden insanı. Tecrübe edinmeseydim, herkesi iyi bilseydim olmaz mıydı? Buna izin vermiyor geçen zaman,
gördüklerim, öğrendiklerim.
Değişmeyen yok mu? Kapı arkasında kalmış, saflık abidesi insanlar? Ya hep aynı iyilerle karşılaştılar, başkaları girmedi hayatlarına ya da onlar muhatap olmadı; iyilikten uzak duranlarla...

Ben gençliğimi özlüyorum o eski saf düşünen, güleç Mine’yi...

25 Nisan 2008 Cuma

NLP (Kişisel Gelişim konusundan)

(Bugünlerde ‘Kişisel Gelişim’e takıldım.
Mümin Sekman’ın- Limit Sizsiniz- kitabının elimde olduğundan bahsetmiştim.
Dün ki, Rüya Analizleri yazımın sonunda da NLP diye bir notum vardı .Merak edenler için bugün de NLP’yi açıklayayım.-Tabi ki araştırdığım alıntı yazılardan-).

Neuro Linguistic Programming (Sinirsel ve Dilsel Programlama)

Neuro : Yaşam deneyimlerimizin beş duyumuz ile algılanması, belleğimize kaydedilmesi ve davranışlarımıza etkisini inceleyen bölümüdür.
Linguistik : Fark ettiğimiz ve fark etmediğimiz, iç konuşma, düşünce ve dış konuşmalarımızın davranışlarımız üzerine etkisini inceler.
Programlama : Nörolojik ve linguistik olarak oluşturduğumuz iç programların belirlenmiş hedefler doğrultusunda yeniden düzenlenmesidir.
1970’li yılların başında California-Santa Curus Üniversitesinde Richard Bandler, aynı üniversitede dilbilimci olarak çalışan John Grinder’la beraber “Farkı yaratan fark nedir?” sorusunun cevabını ararken yaptıkları çalışmalara NLP ismini koymuşlardır.
Bandler ve Grinder döneminin en ünlü kişileri de-isimleri akılda kalmaz kalmaz diye yazmadığım- aile terapisti, sosyal bilimci, sibernetik uzmanı, başarılarının altında yatan modelleri bulmuşlardır.
MODELLEME, NLP’nin doğumuna yol açmıştır. Bandler ve Grinder bu çok başarılı kişilerin zihinsel içsel algılama, işleme ve dışsal davranışsal yapılarını gözlemleyerek, sorular sorarak ve elde ettikleri modelleri kendileri uygulayarak keşfetmeyi başardılar. Ortaya çıkardıkları bu modelleri kullanarak benzeri veya aynı sonuçları elde ettiler.
Süreç içinde NLP’ye katkı yapanlar çoğaldı.
NLP mükemmelliğin bilimi ve sanatıdır.
NLP kişinin kendisiyle ve diğer insanlarla iletişimidir.
NLP bir davranış biçimidir.
Merak, macera hissi, neyin öğrenmeye değer olduğunu ve iletişimde neyin insanları etkilediğini öğrenme arzusu ile yaşama ender bir öğrenme fırsatı olarak bakar.

NLP bir yöntemdir.
Her davranışın bir yapısı olduğu önermesiyle yola çıkar.Bu yapı öğrenilebilir,değiştirilebilir ve modellenebilir.Hangi davranışların faydalı ve etkili olduğunu anlamaksa algısal yeteneklerimize bağlıdır.

NLP bir teknolojidir.
Sıradışı bir teknoloji olarak gelişen NLP, uygulayan kişinin bilgilerini ve duygularını, daha önce düşünemeyeceği sonuçları ve amaçları gerçekleştirebilmesini sağlayacak şekilde organize etmesini sağlar.

NLP KULLANIM ALANLARI
Kişisel gelişim:
Kendini tanıma ve kendini kabullenme
İstenmeyen davranışlardan kurtulma
İstenilen, yeni davranışların kazanılması
Doğru hedef belirleme ve plan yapabilme
Doğru kararlar alabilme
İletişim becerilerinin geliştirilmesi
Başarının dinamiklerinin ortaya çıkarılması
Özgüven sağlama ve kendini ifade edebilme
Topluluk önünde konuşabilme
Bağımlılıkların giderilmesi ( Sigara, alkol, kumar,vb..)
Stresden kurtulma
Hayır diyebilmeyi öğrenme.

(Umarım bu yazı, kendinizi geliştirmekte size de faydalı olur)

24 Nisan 2008 Perşembe

RÜYA ANALİZLERİ (Bunları biliyor musunuz?)

RÜYA ANALİZLERİ
Rüyaların analizi, insanın kendini tanımasında ve bilinç alanını genişletmede çok önemli bir araçtır.Daha mutlu, başarılı ve güçlü olmak için bilinçaltındaki korkulardankurtulmak şart…Rüyalarınız sayesinde bilinçaltınız size biriktirmiş olduklarınızı temizlemeniz için yol gösterir. Bilinç dışı içerikler, rüyaların sembol diliyle dışarı çıkar. Rüyalar gizli duyguların en canlı anahtarlarıdır.

Uyanıkken yaşadığınız deneyimlere, en derin duygusal tepkileri yansıtır. Bilinçaltınıza saygı duyar ve saygınızı rüyalarınızın size söylediklerine dikkat ederek gösterirseniz, bilinçaltınız sizinle işbirliği yapar. Mesajlarınızın gerçek anlamlarını bulmanıza yardım eder.
Rüyalar takıntıların çığlığıdır. Daha başarılı ve güçlü olmamız için takıntılarımızdan kurtulmamız gerekir. Takıntılar kompleksler ve benzeri etkilerle daralan bilinç, bu içeriklerin aydınlatılmasıyla bilinç dışına doğru genişler. Böylece yaşamda daha yaratıcı olan kişi, hissetme ve sezgi yeteneklerini keşfeder. Hayatı çok yönlü algılar ve yaşamaya başlar.

Rüya analizleri ile takıntılardan ve korkulardan kurtularak, beynin 2 bölümünün bağlantısı sağlanır. Böylece üst beyinler daha güçlü olur. Bu da mutluluk, başarı,yaratıcılık, güç ve barış getirir.
Rüyalarınızın anlamlarını öğrenmeye başladığınızda, kendinizi anlamanın ötesinde, özünüzdeki esenliğin yolu açılır. Her gün, bu yoldan iç dünyanıza derinliklerine yönelirseniz, içinizdeki gücü daha çok keşfedersiniz. O zaman içinizdeki mum hiç sönmeyecektir.

(Bu yazı, NLP araştırmasında bulup, okuduğum bir yazıdan alıntıdır.)

9 Nisan 2008 Çarşamba

ZEKİ ÇOCUKLAR YETİŞTİRMENİN PÜF NOKTASI

(Eğitimci –Yazar Sait Çamlıca, dünkü ‘püf Noktası’nı açıkladıktan sonra, zeki çocuklar yetiştirmenin çok basit bir "püf" noktasından da bahsetmiş.Bugün de onu okuyalım)
* * * * * *

Çok daha zeki çocuklar yetiştirmenin sade ve basit bir sırrını vereyim sizlere. Anne veya baba çocuklarına hitap ederken, onlarla konuşup onları severken sürekli "Benim oğlum çok akıllı!", "Benim kızım çok zeki!" diye onları severse çocuklar daha zeki oluyorlar.
"Bu kadar basit mi yani?" diye düşünebilirsiniz.
Ancak kendinizi, henüz okula başlamamış, küçük bir çocuğun yerine koyun. O çocuk için bu dünyada her şeyin en iyisini ve en doğrusunu bilen sadece iki tane insan vardır. Biri annesi diğeri babası…
Bu iki insan ne derse doğrudur. Hiç kimse bir çocuğa anne ve babasının söylediklerinin aksini kabul ettiremez.
Tam aksi ifadelerin çocuk üzerindeki etkisini de düşünebilirsiniz.
"Sen ne kadar aptal bir çocuksun" sözünü, annesinden sürekli duyarak büyüyen bir çocuk içinden, "Annem bana aptal diyorsa mutlaka bir hikmeti vardır!" diye düşünmez mi?
Sürekli babasından "sen ne kadar geri zekalısın!" sözünü duyan bir çocuk, "babam bana geri zekalı olduğumu söylüyorsa mutlaka bir bildiği vardır" diye düşünmez mi?
Bu yaklaşım tarzına "kendini doğrulayan kehanet!" deniyor. Psikolojik kavramlar içerisinde en çok sevdiğim kavramlardan bir tanesidir.
Çocuklarınızın daha zeki olmasını istiyorsanız onlara bunu sürekli söyleyin. Sizin her dediğinizi mutlaka inanırlar.

Onları zeki olduklarına inandırın yeter.

8 Nisan 2008 Salı

PÜF NOKTASI

(Bugün sayfamda sizlere kendi yazımla değil; Eğitimci – Yazar Sait ÇAMLICA’ya ait bir yazıyla 'Merhaba' demek istiyorum. Ben çok beğendim. 'İşin püf noktası’ deyimi nerden çıkmış onu öğreniyoruz.)

Püf Noktası
Vaktiyle testi ve çanak-çömlek imal edilen kasabalardan birinde, uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak, kalfa olup artık kendi başına bir dükkan açmayı arzu eder olmuş. Ne yazık ki her defasında ustası ona:
"Sen daha bu işin püf noktasını bilmiyorsun, biraz daha emek vermen gerekiyor" dermiş.
Ustasının bu sonu gelmez nasihatlerinden sıkılan kalfa, artık dayanamaz ve gidip bir dükkan açar. Açar açmasına da yeni dükkanında güzel güzel yaptığı testiler, küpler, vazolar, sürahiler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya, yer yer çatlamaya başlar. Kalfa bir türlü bu çatlamaların önüne geçemez. Nihayet ustasına gider ve durumu anlatır.
Usta, "Sana demedim mi evladım; sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmedin. Bu sanatın bir püf noktası vardır" demiş.
Usta bunun üzerine tezgaha bir miktar çamur koyar ve, "Haydi" der, "geç bakalım tezgahın başına da bir testi çıkar. Ben de sana püf noktasını göstereyim."
Eski çırak ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta önünde dönen çanağa arada sırada "püf!" diye üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatıp giderir. Böylece çırak da bu sanatın "püf!" denilen noktasını öğrenmiş olur.
Her sanatın incelik gereken nazik kısmına da o günden sonra "püf noktası!" denilmeye başlanır.
Onca emeğe rağmen küçük ve basit görülen hava kabarcıklarını patlatmayı ihmal etmek tüm emekleri yok ediyor. Basit fakat etkili bir yöntemle tüm emek zayi olmaktan kurtuluyor.

2 Nisan 2008 Çarşamba

BAŞARIDAKİ LİMİTİNİZ ?

Bugünlerde bir kitap var elimde; ‘Limit Sizsiniz’.
Başarılı olmak, yükselmek için sınırlarınızı zorlamak üzerine bir kitap.
Limitiniz nedir? Veya neden limitinizin sınırını çizebiliyorsunuz. Belki de daha ötesi var sizde; çizginin ötesi.
Sadece sınırları genişletmenin yollarını aramak, eksiklikleri giderip, tamamlamaya çalışmak , sınırları genişletmeyi çok istemek ve uygulamaya koymak için cesaret etmek.
Demek ki; Limit Sizsiniz.
Antik çağ mitolojisinden bir hikaye ile başlıyor kitap. Burada çizilen 3 karakterin (kurbanları saymıyorum; çünkü 4.karakter olarak tanımlanan kurbanlar, sürünerek yaşarlar, deniyor), artı yönlerini kendinizde birleştirebilirseniz başarı kaçınılmaz.
Bu üç anahtar : Tutku, Teknik, Cesaret.
Henüz kitabın 15. sayfasındayım ve sizlerle paylaşmak için bitirmeyi bekleyemedim.
Buraya kadar altını çizdiğim bazı anektodları da yazmadan geçemiyeceğim.
Merak edenler için kitabın adı; Limit Sizsiniz, yazarı; Mümin Sekman .

‘Başarılı insanların bildiği, diğer insanların bilmediği nedir?’

‘Büyük ve başarılı bir hayat için, önce(İkarus gibi) tutkulu ve büyük hayaller kurmak, sonra (Daidalos gibi)
gerçekleştirme araçlarını ve planını üretmek, en sonunda da (Thesseus gibi) cesurca mücadele edip sonuç almak
gerekir.’

‘İnsanın başarı limiti sabit değil esnektir.’

‘Hiçbirimiz sınırsızlık anlamında ‘’limitsiz’’ değiliz ama şu andaki limitlerimize de mahkum değiliz.’

‘Bu kitabın birinci mesajı: Başarınızın limiti sizsiniz!’

1 Nisan 2008 Salı

SEPETTEKİ HİKAYELER

Ablam da (aramızda 1,5 yaş var), kompozisyon yazmayı çok sever.Aslında bu siteyi ilk beraber oluşturmayı düşünmüştük.
Ama arkadaşım bana jest yapıp, site taslağını yapınca ana sahibi ben gibi oldu. Bugün de ablam Melek'den bir yazı sizlere...

SEPETTEKİ HİKAYELER

Evet...bir markette geziyoruz. Biraz da promosyonları takip ediyoruz. Belki bize yarar birşeyler vardır diye....
Derken bir sepet ... çok kocaman değil ama içi tıka basa dolu.....
İçi ne ile mi dolu “kitap “ evet belki tektük kalmış, belkide hiç kimsenin ilgisini çekmemiş, onun için sepete mahkum edilmiş.....

Hertürlü kitap var. Politik, Komik, Romantik bazısıda tamamen ayrı telden..... Sanki o sepete mahkum edilmiş ......

Başladık bakmaya, fiyatlar o kadar cazipki, insanı ister istemez almaya teşvik ediyor. Birden birsürü kitap dikkatimi çekmeye başladı. Sonra etrafıma baktım. Kitaplardan çok çevremdekiler dikatimi çekti...

Sağtarafımdakilerin belliki bir problemi vardı çocuğu ile... Hemen çocuk ve psikoloji ile ilgili kitapları okumaya başladı. Hatta eşi yanında “ Haydi Haydi” diye uyarsada...Sonra onun arkasından uzun boylu bir bey geldi... Sanki daha önce sipariş ettiği kitaplar gelmiş gibi bakıyordu Sepete ....
Hangi dönemde hangi politik karakterler ön plana çıkmış, kim ne yapmış veya ne yapmamış..... Onlara bakıyordu etrafını görmeden....

Derken 13-14 yaşlarında kızlar geldi. Başladılar, “bugüzel, bu daha güzel” “yok yok bu daha güzel,i daha çok şey anlatıyor “ ...... Buda ergenlikteki gençliğin yüzüydü belliki...

Bir kızcağız geldi.....Çok ilgimi çekti birden.. belliki okumak istiyordu ama o fiyatlar bile ona çok geldi. Aldı birkaçını eline, sonra bıraktı bazılarını.....
“neyse onun yerine biraz peynir alırız” der gibiydi karşı taraf...Sonra bıraktı elinde kalanlarıda usulca... Oysaki ne çok hayranlıkla bakmıştı kitaplara..... Hatta sayfalarını çevirip, iri gözleri ile hemen okumuştu başlıkları..... Buda neyin simgesiydi şimdi... Neyin mi? “Sepetteki Hikayeler”in en acıklısı idi...

Hevesli, küçüçük, saf ve temiz ama imkansızlıklarla yaşanan bir hayat...
evet sepetten indirimli kitap çıkmıştı ama maalesef bir okadar da üzüntü veren bir kader görülmüştü....

İmkansızlığın, elinde olmadan yaşamaya mahkum olduğu bu iri gözlü kızın hikayesi biran beni öyle kötü etkiledi ki....

Sepetlerden indirimli kitaplar hep çıksın, ama ne olur böyle hikayeler gerçek hayatlarda olmasın sadece sepetlerde kalsın............

Sevgilerimle ,
MELEK YILDIRIM

31 Mart 2008 Pazartesi

İYİ Kİ DOĞDUN BERAY

Bugün çok eski bir arkadaşımın doğumgünü.
Aslında benden 2 yaş büyük olan ablamın arkadaşıydı.
Ama samimiyetimiz çok büyük. Yıllar öncesinden, bana kah kardeş gibi, kah arkadaş gibi davrandılar Beray ve diğerleri.
Ailecek tanışıklığımız akrabadan da yakın oldu.
Kötü günümde de onları gördüm, iyi günümde de.
Şimdi bu özel gününde kalemimle ona bir hediye vermek istiyorum;
küçük bir şiir. İyi ki varsın (Melek) Beray...
**************
Mart’ın soğuk kış günüydü otuz biri
Dünyaya geldiğinde.
Tüm sıcaklık toplanmıştı sanki
Yerleştirilmişti içine.

Önce ailesine getirdi sıcaklığı
Sonra çevresine.
Tebessümü hiç eksilmedi
Daima yüzünde.

Hep parlaktı yüreği sanki Dolunay
Adında sakladılar tüm iyiliği
Gerçekte MELEK dediler,
Söylemde BERAY...

BERAY 'A...

(31 MART 2008 , Arkadaşımız Beray’a doğumgünü için yazdığım şiir)

Mart’ın soğuk kış günüydü otuz biri
Dünyaya geldiğinde.
Tüm sıcaklık toplanmıştı sanki
Yerleştirilmişti içine.

Önce ailesine getirdi sıcaklığı
Sonra çevresine.
Tebessümü hiç eksilmedi
Daima yüzünde.

Hep parlaktı yüreği sanki Dolunay
Adında sakladılar tüm iyiliği
Gerçekte MELEK dediler,
Söylemde BERAY...

29 Şubat 2008 Cuma

İNSANA YATIRIM YAPMAK (SEVGİDEN GEÇER)

Yeni açılmasına rağmen bu özel sitem; uzun zamandır yazamıyorum sayfama.


Hastalıklarla uğraşıyorum bu ara. Dayıcım çok ciddi bir ameliyat geçiriyor. Akciğer kanseri olduğunu anladı 6 ay önce. Ve bugün kaburgasına yapışmış olan kisti alacaklar, 14 saatlik bir ameliyat ile. Aslında acıtasyona yer vermek istemiyorum yazımda. Ben daha çok manevi duygular, dostluklar adına yazmak istiyorum. Vakitsizlikten yazamıyorum gibi başladım söze ama şu saatlerde dayım ameliyatta ve ben çalışamıyorum iş’te. Aklım onda veya onunla ilgili şeyler yazmakta. Aslında konuşamadıklarımızı kağıda dökmekte. Yazmak için ilham arıyor insan. İlhamsa hem sevinçte, hem üzüntüde, hem belirsizlikte, hem elle tutulur bir şeyde...


Dayımın hastalığı maalesef günümüzün vebası ve çok masraflısı. Elimizdeki bütün imkanlar kemoterapi aşamasında tükendi. Ve % 70-75 görülen iyileşme onu ameliyat aşamasına getirdi.


Ömrünü uzatabileceğini söyledikleri ameliyatı olmak çok istedi. Umut insana her zorluğu yaptırıyor, hele ki bu yaşamak umudu olursa...


Maalesef biz de, hani çoğu kez bilgisayarımıza gelen ama bizim doğru olduğuna inanamadığımız mailler gibi yardım kampanyasına başvurduk.


Ve ‘damlaya damlaya göl olur’ atasözünü yaşayarak öğrendik, kanıtladık.


Duyarlı davranan arkadaşlarımıza, maddi yardım yapan veya yapamasalar da, manevi desteklerini hep yanımda hissettirenlere sonsuz teşekkürler.


Sadece bu ameliyat mevzuunda değil, ‘hayatımın ikinci bölümünü yaşıyorum’ diyerek, sıfırdan başladığım İstanbul’a tekrar dönüş hikayemde de, dostluklarını bana hissettiren gönül insanlarına da teşekkürler.


Sıfırdan başlıyorum dediysem, sadece maddi anlamda demek istedim. Yoksa benim her şeyim var: Ailem, dostlarım ve biricik oğlum.


Bu zor günlerimde kendime bir deyim buldum ve çok hoşuma giderek kullanıyorum :

Ben insana yatırım yapmışım’ diyorum.


Cebim parayla dolmuş, onu hoş sohbetiyle yiyebileceğim sevdiklerim yanımda yoksa, hiçbir tadı yok. Ben tek başıma yemek yemeği de sevmem, yalnız gezmeyi de. Hiç konuşmadan seyredilse de sinema, çıkışta yorum yapacağım bir arkadaş isterim yanımda. İçini dökeceğin birileri veya sana içini dökenler olacak ki etrafında, hayat anlam kazansın. Sıkıntıların içinde şişip, seni patlatmasın kendi kabuğunda. Sen konuştukça rahatlar, hafiflersin; dinledikçe yanındakilere sevgini hissettirirsin.


İnsana yatırımlarınız artsın ki, sevgi zengini olun. İnsanları seven, hayatı sever. Hastalıkları varsa da yaşama sevinci ile onları yener.


Hayat paylaştıkça güzel ve tadında.

Yalnız kalırsan yaşıyorum deme dünyada’.






'BEN ASKERE GİTMİYECEĞİM ANNE'

Hani bitmişti terör, şehit vermek .
Son 2 aydır yine acı haberleri dinliyoruz medyadan.
6 yaşında henüz oğlum ; bir anne olarak kara kara düşündüğüm askerlik görevinin zorluğunu maalesef küçücük beyniyle idrak etmiş durumda. TV’deki acılı şehit annelerinin ağlamalarını -başta ben dayanamıyorum diye – ne kendime , ne de oğluma izlemeyi yasaklıyorum. Ancak bir şekilde duymuş oğlum.
Dün gece yatarken, -- Anne ben askere gitmiyecem, dedi. Savaş yapmak istemiyorum, dedi.
Paralı askerlik belki olur o zamana , belki olmaz; olsa da benim gücüm yetmez ödemeye.
O nedenle -- kesin gitmezsin oğlum askere, diyemedim.
Oğluma hiç yalan söylemedim.
Hep onun dilinde, anlayabileceği kelimelerle bugüne kadar açıkladım her şeyi.
Şimdi askere gitmeme sözünü nasıl verebilirdim ki ona?
--Ama bütün askerler gitmiyor ki savaşa, diyerek örnekler vermeye başladım.
Bak baban da askere gitti ama savaş yoktu.
(Her zaman gördüğü Kuleli Askeri Lisesinde askerliğini yapan),
--Murat enişten de İstanbul’da askerdi, savaş yoktu.
Biraz makul gelmeye başladı herhalde. En azından asker olma hayallerine dönebileceğine sevinerek,
--O zaman savaş olmayan askere gideyim ben, dedi.
(Büyüklerle konuşma işini daha çok bana bıraktığından; öğretmenime sen söyle,doktoruma sen söyle der gibi,)
-- O zaman sen söyle anne, Mert savaş olmayan askere gitsin de, olur mu?

Gözyaşlarım gelecek askerlik günleri içindi...

15 Şubat 2008 Cuma

BİR ARKADAŞ DEMEK BİR DÜNYA DEMEK

Neden bu başlık?
Çünkü bu sitemin kurucusu, hatta isim annesi ben değil, bir arkadaşım olduğu için...
Benim şiir yazmak, makale yazmak, görüş bildirmek, yani yazmak
hobimi bilir kendisi. Ben düşüncelerimi yazmakla açılırım.
Konuşmayı da çok severim ama çantamda bir kalem ve kağıdım mutlaka
bulunur. Bazen denizdir, bazen bir şarkı, bazen de kalabalıktır bana ilham veren. Ama yazmayı çok severim.
Sitemin ismine bayıldım; arkadaşıma binlerce teşekkürler:
HAYATMERT ; çünkü 'Hayatım Mert' .
O benim 6 yaşındaki biricik oğlum MERT .

Yanda pasta tasarım blogu bulunan arkadaşım Nesrin'i de ziyaret edin ki, yazdıklarımı sizlerle,dünya ile paylaşabilmem için bana açmış olduğu bu siteden dolayı tekrar tekrar teşekkür edelim.

Kendisi de bir anne olan Nesrin'e ithafen yazdığım naçizhane şiiri de, şiirlerim bölümünde (Aşçı Anne) okuyabilirsiniz.

Her yazılanda bir hayat, bir mutluluk, bir paylaşım bulmak dileği ile...Hayat sevgi,
Hayat gülücük,
Hayat öpücük,
Hayat Mert, ya sizce...

AŞÇI ANNE

İlk sebze çorbasıydı,
Mutfakta severek yaptığım.
Takdirlerini şapırtılarla duyurdu bana,
Bebeğimdeydi; çünkü kulağım.
Protein olsun diye,
Az kalsın, et koyacaktım muhallebinin içine.
Teşekkürü gözleriyle ederdi,
‘Ellerine Sağlık’ dercesine.
Büyüdükçe bebeğim
Mutfağa daha çok sarıldı ellerim.
Her gün bir başka denemeydi
Pudingler ve kurabiyelerim.
Biricik oğlum, ilk ve tek müşterimdi,
Hesabı limitsiz, kredili öpücükle verirdi.
Doğumgünü pastasını ben yapmak istedim
Anladım ki; bu işte hünerliymişim.
Yemek pişirirken ‘sevgi katılmalı’ derlerdi;
Benim sevgim de oğlumla mutfağıma geldi.
Şimdi amacımız; pastalarımızı herkesle paylaşmak
Sevgimizi de sizlerle büyütüp, artırmak.

(Kasım / 2007 , Biricik arkadaşım,
pasta tasarımcısı Nesrin’e ithafen)

1 ADET SALATA TABAĞI

Bu yazıyı yazmak, bir yılbaşı hediyesi düşünürken geldi aklıma. İşyerinde yaptığımız çekiliş için önce salata tabağı almayı düşündüm. Acaba kullanabilir miydi, almayı düşündüğüm kişi?
Çünkü günümüzde kişiye özel salata tabakları vardı. Bir lokantaya , Restaurant’a gittiğinizde, siparişinizin yanında size özel geliyor salata tabağınız. Tek kişilik, ayrı olarak yemeniz için.

Tabi ki, en sağlıklısı, hijyen olanı, doğru olanı bu. Ama bir resmiyet çağrıştırıyor insana. Yemeği beraber yemeği düşündüğünüz kişi ile iş görüşmesinde olabilirsiniz.
Veya ilk defa görüştüğünüz için aynı tabaktan yiyecek kadar samimi değilsinizdir.

Ancak evlerimizde, bir çoğumuz, eminim ki, ortaya büyük boy bir salata tabağı koyduğu olmuştur. Sofradakiler, ailemizdir çünkü, birlikteliğimizi, her şeyimizi paylaştığımız insanlar.
Daha önceki zamanları hatırlıyorum; bayramlarda köye gittiğimiz zamanlarda, sabah kahvaltısında, bir tas gelirdi ortaya. İçinde tarhana çorbası; biraz süt katılarak terbiye edilmiş.
Çorbanın sıcaklığı gitsin diye süt konur sanıyordum o zamanlar. Kimbilir belki de gerçek nedeni buydu, hiç sormadım. Şimdiki mutfak deneyimimle yazıyorum terbiye edilmiş diye.
Ama ben hala tarhana çorbası içerken süt dökerim içine. Farklı bir lezzet katar. Belki de köydeki anılarımı hatırlatır; damağımdaki tadı ile.

Büyük bir aile olurduk o sofrada. Bayramlaşmak için İstanbul’dan kalkıp geldiğimiz babaannemin evinde. Kimse kimseden sakınmazdı, herkes aileydi orada.
Sağlık açısından doğru değildi ama adetler böyleydi, sofra düzeni bu şekilde alışılmıştı.
Çatallar ayrıydı ama zeytin, peynir aynı tabaktaydı. Servis tabağı yoktu hiç kimsenin önünde; zaten servis tabaklarına yer de yoktu o küçük sofralarda.

Artık masalarımız da büyüdü, tabaklarımız da çoğaldı. Aileler genişledi, insanlar birbirinden uzaklaştı. Kimse çatalını sallarken havada, birbirine değmiyor artık.
Ortadaki salata tabağında, karşı kenara uzanınca, kızardı annem; ‘komşu kapısına gitmene gerek yok, kendi önünden ye’ diye.

Ne sofrada komşu kapısı var artık, ne evimizin yanında.
Herkesin kendi özel alanı var masada. Yemek tabağının yanında, kendine özel salata tabağı da. Ama ortada ‘1 adet salata tabağı’ yok diye, sevdiklerine dokunmayı ihmal etme....


(ARALIK / 2007 )

10 Ocak 2008 Perşembe

SOYAĞACI

(Dün gece Mert ile ailemizdeki isimlere kafiyeli tekerleme uydururken aklıma bütün olarak bir şiir yazmak geldi. Ve işte İstanbul’daki ailemin isimlerini çağrıştıran mizahsen şiirimiz:)

SOYAĞACI
Hepimizin bu bahçe; ailemizin sevgisi
Aramızda olmasa da, unutulur muydu ismin RAHMİ
Aklımdaydı hep bahçeyle ilgili bir düşünce
‘Bugüne kısmetmiş ‘ dedi, VESİLE

Hafta sonu aklıma geldi bir fikir
‘İyi düşünmüşsün’ dedi, BEKİR
Göç etmeden Turnalar ve Leylek
Bahçeyi ekelim işine ‘olur’dedi, DİLEK
İlk torun olarak getirdi bize uğuru
Adını çiçek kokusundan aldı BURCU
Güzel görünse de içinde vardı hep kurt
Elma ağacını kesince, üzüldü AYKUT

Çiçek ekilse bahçe olurdu zarif
Deyince, bir torba toprak getirdi ARİF
Her bir fidana koyduk sopadan direk
Yardım etti kocasına bu işte MELEK
Çok çalışmalıydık, çıkmadan yıldızlarla ay
Koşarak bahçeye geldi SİMAY
Fidanlara destek diye elinde bir demir
Tehlike yaratır dedik, bulursa onları EMİR

Biraz da eksek mi sıra sıra nane
Yaptığı çorbalara serper MİNE
Nane arsız bitkidir; olmasın bahçede dert
Neyse, konu komşuya dağıtır onları MERT

Bahçe hepimize yeter, istersen koştur bir at
Gerçek sanıp, midilli tavsiye etti MURAT
Yorgunluk çayı çekti canımız; koktu burnumuza dem
Mutfaktan seslendi; ‘çay hazır’ diye MELTEM
Şen kahkahalar vardı çok şükür bahçemizde
En küçüğümüz de aramızda, şimdilik SUDE.

Bir bahçeden nasıl çıktı bu hikaye
Soyağacını döktüğümüz işte bu bizim aile...

(OCAK / 2008 MİNE- Mizahsen şiirimiz)